Perşembe, Ekim 16, 2025
Kadın Etrafında Geliştirilecek Bilim, Doğru Sosyolojiye Atılmış İlk Adımdır

Hakikatin Kimliği

Toplumsal özgürlüğün temelini oluşturan kadın özgürlük sorununun çözümüne yönelik arayışlarımız ve çözüm alternatiflerimiz geliştikçe, toplumu kendi özünden ve doğallığını ifadelendiren oluşum halinden uzaklaştıran sorunların kaynağına da daha fazla iniyoruz. Bir varlığı, bir olguyu, bir olayı, tanımlarken onu kendi özsel gerçekliğiyle yani hakikatiyle ele alıp değerlendirmek önem taşımaktadır. Hakikati ifade etmeyen ve hakikatinden uzaklaştırılmış ifadelendirmeler ve tespitler, sorunların çözümünü geliştirmek bir yana daha da derinleşmesini ve ağırlaşmasını getirmektedir. Bu hususta en çarpıcı örnek de kadın konusudur.

Özellikle kadınlar olarak kendi hakikatimizi arayıp gün yüzüne çıkartmaya çalışırken, attığımız her bir adımda ötekileştirilen, yabancılaştırılan, kendi gerçekliğinden soyutlanarak adeta görünmez bir somuta dönüştürülen kendi varlığımızla karşılaşıyoruz. İktidar ve tahakküm tarihinin biriktirilmiş halinin en son aşaması olan günümüz kapitalist modernite çağına kadar geçen tüm egemen erkek tarihi boyunca kadına yönelik anlatımlar ve tanımlamalar kadın hakikatini perdeleyen ve ötekileştiren öyküler ve söylemlerle doludur.

Kadının tarihten günümüze toplumsal yaşamdaki rolünü anlamak için kadınların geleneksel iktidar yapıları tarafından biçimlendirilen ve tanımlanan varlığının çözümlenmesi gerekmektedir. Erkek egemen bir toplumda, erkeklerin kadınlar üzerindeki sistemli ve kurumsallaşmış iktidarının dile, kavramlara, zihniyete yansımaları günlük yaşamın hemen her alanında da karşımıza çıkan hususlar olmaktadır. Erkeklerin kadınlara yakıştırdıkları tanımlar, sıfatlar ve yükledikleri anlamlar hakikatimizi ifadelendirmekten uzak, esasta gerçekliğe dönüştürülen hakikatin yitimidirler.

Yitirilen hakikatin yerini alan gerçeklik kadının kendi öz benliğine, öz varlığına yabancılaştığı krizli bir kimliğe dönüşen kadın varlığıdır. Çoğu zaman kadınların da kabullendiği ve esasta bir kimliksizlik durumunu ifade eden bu yabancılaşma erkek aklı ve edimlerinin bir sonucu olarak yazılı erkek tarihinden itibaren toplumsal hafızaya da işlenmiş ve anlam yitimine uğramış kadın kimliğini koşullayan bir zihniyeti ifadelendirmektedirler. Erkeklerin kadınlara yakıştırdıkları tanımlamalarla kadının kendini kimlikli kılmaya çalışması kadın kimliğinin daha fazla krizli bir hal almasını ve muğlaklaşmasını getirmektedir. Bu nedenle cevaplandırılması ve anlamlandırılması gereken sorulardan en öncelikli olanı kadın nedir, kadın olmak nedir ve nasıl bir kadın varlığı soruları olmaktadır. Çünkü kadının varlık olarak parçalara bölünmesi, öz kimliğini yitirmesi, kendisi olmaktan çıkması anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda özgür insan felsefesinin de yitirilmesi ifadesini taşımaktadır. Toplumsal sorun esas kaynağını da buradan almaktadır. Birbirini tamamlayan ve bütünleyen varlığın ikilemli halinden varlığın monistleştirildiği ve egemen kılındığı, varlığın oluşumunun bile inkârına kadar varan bir kendisi olmaktan çıkma durumu yaşanmaktadır. Eril zihniyet tarafından oluşturulmuş ve yazılmış tarih anlatımlarında da bolca buna rastlamak mümkündür.

Özellikle kadınlar olarak kendimizi ve toplumumuzu anlamlandırmak istiyorsak, yanlış ve yalan tarih anlatım ve tanımlamalarından kendi gizli ve özsel tarihimizi, tanımımızı okumak, o tarih içerisinde kendimizi bulmak, var etmek ve anlamlandırmak bizi bize ulaştıracak olan, biz biz kılacak olan esas hakikatimizdir. Ve esas hakikat de tarihsel gerçekliğimizde varlık sürmektedir. Tarih geçmiş olduğu kadar şimdi ve yarını da ifade ediyorsa, o halde bugünü doğru yaşamak ve yarını doğru kurmak için tarihsel gerçekliğimiz içerisinde kendimizi aramamız ve anlamlandırmamız, geleceğe aktarmamız gerekmektedir.

Kadınlar olarak kendi hakikat arayışımızda yol alırken erkeklerin bizlere yakıştırdıkları ve bizleri tanımladıkları tüm adlandırmalardan önce, arayışımızı ilk denilen başlangıçlardan başlatmak ve ele almak gerekir. Kimisinin ilkel, kimisinin geçmiş bir çağ, kimisinin ise ölü bir geçmiş olarak nitelendirdiği yazılı olmayan tarihin ve insanlığın ilk oluşum çağlarına baktığımızda kadın gerçekliğini daha iyi kavramak ve çözümlemek mümkün. Tarihin daha eril akıl tarafından yazılı olmayan dönemlerine yönelik araştırmalar çoğalıp bunların sonuçları açığa çıktıkça, bugünün adı sanı belli olmayan, kimliksiz kılınan kadının, esasta toplumsal tarihin ilk yaratıcısı olduğu ve temelini oluşturduğu daha fazla gün yüzüne çıkmaktadır. Doğal toplum olarak nitelendirdiğimiz tarihin paleolitik, mezolitik ve neolitik dönemlerinde toplum öncülüğünü kadının yaptığı ve yaşamın ahlaki ve politik dokusunun, maddi ve manevi değerlerinin oluşumunda kadının rengi ve emeğinin hâkim olduğunu artık bilmekteyiz. Kadının neolitik dönemin son evrelerinde ‘xwedawend’ yani tanrıça statüsüne yükselmesi de toplumda gerçekleştirdiği öncülük düzeyi, yarattığı değerler, toplumda oluşturduğu inanç ve güvenle bağlantılı gelişmiştir. Neolitiğin sonlarına doğru Tel-Xhalaf döneminde çıkan ilk mitolojiler kadının etrafında kenetlenen toplum ve ona dayalı gelişen inançla bağlantılı olarak ortaya çıkmıştır. Kendinden veren, kendinden oluşturan ve kendisi olan anlamındaki ‘xwedawend’lik toplumun aslında kendini anlamlandırma kimliği de olmaktadır. Kadın topluma kimlik kazandırmanın yaratıcısı olduğu kadar, ilk koruyan, ilk gözeten, her yerde hazır ve nazır olandır da aynı zamanda. Her yerde hazır ve nazır olmak, daha sonraları gelişen egemen erkek kültürü tanrı anlayışındaki gibi egemenliğin her yerde yaygınlaşması değil,  aslında toplumun gerekli olan tüm ihtiyaçlarına cevap olmak, onları örgütlemek, gereksinimleri gidermek, keşfetmek, üretmek, yaratmak, toplamak ve oluşturmaktır. Kadın zekâsı, bilgisi, yaratıcılığı ve koruyuculuğuyla her soruna çözüm gücü olmak ve herkesi, her şeyi kucaklayabilmektir. Nitekim kadın ‘jin’dir, ‘jiyan’dır, ‘can’dir, ‘cihan’dır. Yaşam ve kadın, doğa ve kadın bir bütün olarak ele alınmakta ve beraber kutsanmaktadır.  Bu anlamıyla tanrıçalık aynı zamanda adil ve eşit davranmak, paylaşımcı olmak, tamamlamak, bütünlemek, kural koymak, toplumun ahlaki kurallarını belirlemek, bir arada tutmak, yürütmek, yönetmek ve öncü olmaktadır. Toplumu toplum yapan, insanı insan kılan oluşumları başarmak, bunun öncülüğünü yapmak tanrıçalıkta ifadesini bulmuştur. Bu nedenle toplumun ve insanlığın ilk yaratıcılığı kadında anlamına ulaşmakta, kadının ellerinde şekillenmektedir.  Kadının harcadığı emek ve gösterdiği çaba toplum tarafından tanrıçalık statüsüyle mükafatlandırılmakta ve toplum kendi kimliğini, varlığını, anlam dünyasını, zihniyet gücünü ve ahlaki dokusunu ana-kadın şahsında kutsamaktadır.

Bu dönemde ve yine egemen erkek kültürünün gelişiminden sonra da tanrıça olarak nitelendirilen birçok kadının ismi de de bu gerçekliği doğrulamaktadır. Star, Stêrk, İştar, Ninhursag, İnanna, Afrodit gibi isimler aslında farklı toplumlarda ve kültürlerde yaşayan öncü kadın şahsiyetlere tanrıçalık sıfatıyla verilen isimlendirmeler olmaktadır. Bir Mezopotamya tanrıçası olan ve yıldız anlamına gelen Star-Stêrk bereket, aşk tanrıçası olduğu kadar aynı zamanda yaratıcı, koruyucu gök tanrıçasıdır. Star sözcüğü günümüzde de Kürtçede varlığını halen sürdürmekte ve koruma, gözetme, savunma ve kapsama anlamlarında kullanılmaktadır. Star’ın başka toplumlardaki ve dillerdeki varlığı ise İştar, İnanna, İsis, Afrodit vb. olarak karşımıza çıkmaktadır. İnanna ise Sümercede ‘Cennetin Kadını’ demektir ve yine yaratıcı, koruyan ve gözeten ana-tanrıça olarak ifade bulmaktadır. İştar ise esasında Akad mitolojisindeki Star ve İnanna’dır ve onlarla aynı özelliklere sahip olduğu gibi, neolitik dönemin temel yaratımlarından olan dokumacılık, dokuma tezgahı anlamına da gelmektedir. İsis bu tanrıçalığın Mısır’daki Afrodit ise Yunan’daki ifadesi olmaktadır. Hepsinin ortak özellikleri toplumsal öncülük ile toplumu aydınlatma, yaratıcı, üretken, koruyucu vb. olmalarıdır. Bu kadınlar toplumsal tarihin en orijinal dönemine damgasını vurmuş, tüm ilklerin yaratımında öncülük etmiş ve tarihin ilk yaratımlarının da doğurganlığını yapmış kadınlar olma özellikleriyle tanrıçalık sıfatını kazanmış kadınlardır.

Hiyerarşik sistemin ve devletçi uygarlığın gelişiminin ardından kadının statüsündeki değişim dönemin mitolojilerinde ifadesini bulmuş, erkek egemenliğinin hakimiyet savaşımı ve aşamaları bu söylencelere de yansımıştır. Neolitik dönemin ana-tanrıçası artık yavaş yavaş erkek tanrılarla birlikte anılan ve bir tanrının annesi, eşi ve ardılı olmaya başlamıştır. Bu dönemdeki kadın ve erkek savaşımı mitolojilerde güçlü bir şekilde yansımasını bulmuş ve egemen erkek karakterinin şekillendirmeye başladığı toplum yavaş yavaş açığa çıkmaya başlamıştır. Nintu, Ninhursag, İnanna’nın erkek karşısındaki savaşımı bunların en çarpıcı örnekleridir. Sümer mitolojisinde İnanna şahsında dile gelen kadın toplumunun erkek toplumuna karşı giriştiği savunma savaşı Enki-İnanna mücadelesinde ifade bulmaktadır. Bu, kadının halen tanrıçalık statüsünü koruduğu, ama bunun yanında erkeğin de tanrı-kral olarak şekillenmeye başladığı, kadına dayalı inancın yanında erkek tanrılara olan inancın da geliştirilmeye başlandığı döneme tekabül etmektedir. Daha sonra Babil yaratılış mitosunda dile gelen Marduk-Tiamat savaşı, İnanna öncülüğünde geliştirilen ana kadın toplumunun erkek egemen toplumu karşısındaki kaybedişini ve toplumsal değerlerin baş aşağı gidişini ifade eden mitolojik söylemler olmaktadır. Tiamat’ın Marduk karşısındaki yenilgisi ve oğlu Marduk tarafından parçalara ayrılarak bu parçalardan yerin, göğün ve düzenin yaratılması kadın toplumunun parçalanmasını, dağıtılmasını ve artık bir bütünselliğinin olmayacağının saklı ifadeleriyle dolup taşmaktadır. Bu savaşım esas olarak iki ideolojinin, iki felsefenin, iki yaşam anlayışının savaşımıdır. Ve bu savaşımda ahlaki ve politik toplumun kaybedişiyle, tahakküm ve iktidarcı toplumun yaratılmasının hikayesidir esas olarak dile gelen.

Her ne kadar farklı toplumların mitolojilerinde, özellikle de Yunan mitolojilerinde oldukça fazla tanrıça isimleri ve karakterlerine rastlansa da, Babil destanlarında dile gelen kadının kaybediş öyküsünün ardından kadının mitolojilerdeki statüsü de değişmiştir. Mitolojiler artık erkek karakterli olarak dile gelmektedir. Erkek zihniyeti ve karakteriyle yoğrulmuş, eski tanrıçalık karakterinin silik bir tezahürü biçimindeki tanrıça karakterleri daha fazla göze çarpmaktadır. Yaratıcılık ve koruyuculuk, hatta doğurganlık artık erkeğe aittir ve kadın da erkeğin bu doğurganlığının ve yaratıcılığının bir ürünü olarak varlık bulmaktadır. Varlığın ikilemli hali artık egemen erkek toplumunun hakimiyetini sağlamasıyla birlikte tekçi varlık halini almaya başlamaktadır. Nitekim bir süre sonra artık tanrıçalıktan eser kalmadığı gibi, tüm toplumsal değerler ve oluşumlar, tüm inançlar ve ibadetler tanrılar etrafında toplanmakta ve şekillenmektedir. Tanrı veya tanrı-krallarda ifadesini bulan egemen erkeklik artık yaşamın tek hakimidir.

Tanrıçalık statüsünden indirilen ve erkek zihniyetinin topluma hakim kılınmasının ardından erkekle iktidar yarışı ve ortaklaşmasına giden kadınların bu kez tarih içerisinde kraliçe olarak isimlendirilmeye başlandığı görülmektedir. Tanrıçalığın doğal otoritesinden, kapsayacılığından, tamamlayacılığından, adil ve eşitlikçi toplum yöneticiliğinden çoğu zaman uzak, tipik kral karakterlerinin dişil karikatürü biçiminde vücut bulmuş kraliçeler açığa çıkmıştır. Misyonları, rolleri, etki düzeyleri bağımsız bir irade olarak ve toplumun içinden çıkarak topluma hizmet ve öncülük etmekten çok, kralın eşi, annesi biçiminde vücut bulan iktadarlaşmış veya iktidarla ortaklaşmış kadınları temsil etmektedirler. Esas olarak bu kadınlar erkek egemen sistemine zihinsel ve ruhsal olarak teslim olmuş, erkekler tarafından yazılan kaderlerini kabullenerek bu misyona göre hareket eden ve öncülükleri de yine erkeğin belirlediği sınırlar dahilinde gerçekleşen kadınlardır.

Kadının alaşağı edilmesi ve yaşam alanlarında sınırlandırılmasının ardından, bu kez erkeklerin kendi aralarında yürüttükleri hakimiyet mücadelesinin ardından erkekliğin en baskın ve hâkim gücü olarak gelişen tek tanrılı dinlerle birlikte kadın daha fazla silik ve yaşamın dışına itilmiş bir konuma düşmüştür. Tanrıçalıktan eser bırakmayan tek tanrılı dinlerle birlikte kadın artık erkeğin bir yaratımı ve uzantısı olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Yunan mitolojisinde kadınları dilediği şekilde ve istediği yerinden doğurabilen Zeus’un yerini bu kez Adem almaya başlayacaktır. Sümer mitolojisinin tek tanrılı dinlerdeki versiyonu şeklindeki Adem Havva hikayesinde de Havva, Adem cennette uyurken Adem’in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştır. (Dağ tanrıçası Ninhursag’ın cennette yarattığı sekiz çeşit bitkiyi Enki’nin yemesi ve ardından hastalanması, Ninhursag’ın önce Enki’yi lanetlemesi ardından iyileştirmesi hikayesi. Enki’nin bu ağrıyan yerlerinden biri de kaburga kemiğidir ve bu kemikten tanrıça Nintu yaratılmıştır). Bir erkeğin hasta kaburga kemiğinden yaratılan kadının yaşamdaki rolü ve yeri de elbette ki ancak hasta bir kaburga kemiği kadar olabilecektir. Erkek böylelikle kadından üstün yaratılmıştır ve bu üstünlük kadını sahiplenmesi ve kadının itaatkâr olması için yeterli bir sebeptir. Kadının bu ikincil konumu daha sonra İslam dininde de yansımasını bulacak ve Kuran-ı Kerim’de de şöyle dile gelecektir: “Erkekler, kadınlar üzerine hâkim dururlar. Çünkü bir kere Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından kadınlara nafaka verirler. Onun için kadınlar itaatkârdırlar. Allah onları muhafaza buyurduğu şekliyle, onlara da (yani kocalarının yokluğu sırasında ırz ve mallarını) muhafaza ederler…”[1]

Tanrı-kralların doğuşuyla birlikte köleleştirilen kadın, tek tanrılı sistemin gelişimiyle birlikte artık tümden erkeğin bir uzantısı, kölesi, karısı, yaşamın tüm alanlarından kovulan ikinci cinstir. Kadın artık tüm erdemlerini yitirmiştir. Hz. Musa ve kız kardeşi Mariam arasındaki çekişme ve çatışma da bu gerçekliği ele vermektedir. Hz. Musa’nın kız kardeşini toplumsal yaşamın ve siyasal öncülüğün dışında tutan egemenlikli yaklaşımları daha sonraki tüm İbrahimi dinlerin kadın yaklaşımına da damgasını vuracaktır. Hem Yahudilik hem de Yahudiliğin türevleri olan Hıristiyanlık ve İslamiyet tamamıyla bir erkek dini, erkeğe inancın ve ibadetin pekiştirildiği inançlar olarak gelişmektedir. Kadın artık ‘elinin hamuruyla erkek işine karışmaması’ gereken bir varlıktır. Devletçi uyarlığın başlangıcında geliştirilen kadının mülkleştirmesi, dinlerin ortaya çıkışıyla birlikte daha da derinleştirilerek kadının adeta kafese kapatıldığı bir hal almıştır. Abdullah Öcalan feodal dönem için “olgunlaşmış kölecilik” tanımlamasını yapmaktadır ve bu dönemin olgunlaşmış köleciliği kendisini en açık biçimiyle gittikçe daha fazla yitirilen kadın kimliğinde yansıtmaktadır. Kadın artık sadece evinin kadını, erkeğin annesi, karısı, malı ve mülküdür. Kadın kutsallığının en derin ifadesi olan doğurganlığı dahi artık kadının tüm yönleriyle nesneleştirilerek köleleştirilmesi ve mülkleştirilmesinin bir aracına dönüştürülmektedir. O artık erkeğin bir zevk nesnesi, ‘sürülmesi gereken tarlası’, ‘uzun saçı kısa aklıyla’ erkeğin hizmetine koşturulan bir varlıktır. Sesi soluğu çıkmayan, itaatkâr kadın kabul edilebilir kadındır.  Dahası kadın artık şeytan olarak tanımlanmaktadır. Bedenini erkeğin kendi şehvetinin ve zaaflarının gerekçesi yaptığı, zekâsı ve farkındalığının şeytani özellikler olarak ele alındığı bir varlıktır artık kadın. Kadının yeni sıfatı şeytandır artık.

Bu dönem kadının toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel kıyımının yanında bir de fiziksel kıyımının da yaygınlaştığı dönem olmaktadır. Neolitik dönemin bilge kadınlarının ardılları olan, duygusal ve analitik zekasının gücünü birleştirerek toplum sorunlarına bir nebze de olsa çözüm arayışı içerisinde olan kadınlar cadı olarak nitelendirilmişlerdir. Her toplumun kültürü ve diline göre farklı biçimlerde dillendirilen cadılık özünde doğayla ve kendi özsel gücüyle bağını koparmayan, kadın hafızasına işlenmiş ve bin yılların birikimiyle edilmiş bilgilerin toplum hizmetinde hekimlik, simyacılık, büyücülük, kahinlik ve farklı isimler şeklinde işletilmesidir. İngilizcede ‘wicce’ yani cadı kelimesinin Latince kökenine bile baktığımızda bilge kadın anlamına gelmektedir. Yine Farsçada da ‘câdû’ aynı şekilde bilge kadın veya büyücü anlamındadır. Arapçada ise ‘cade’  olarak dile getirilmektedir ve daha çok kötü, huysuz kadın anlamında kullanılmaktadır. Türkçeye de bu dillerden geçmiştir. Kürtçede ‘pîrebok veya cazi’ yine aynı anlamlara gelmektedir. Kelime kökünün özü bilge kadınlık olsa da, erkek egemen toplum tarafından bu kavrama biçilen anlam kötü, zarar verici, şeytanla ortaklaşan, denetlenemeyen güçleri olan kadın demektir. Bu nedenle de Ortaçağ karanlığında bu bilge kadınların daha fazla erkek otoritesini sarsmamalarının yolu katledilmelerinden geçmiştir. Özellikle feodal dönem Avrupa’sında sayıları halen çeşitli biçimlerde ifade edilen binlerce kadın cadı olarak nitelendirilip katledilmiş, en vahşi uygulama ve işkencelerden geçirilmiştir. Bunun Avrupa’da bu kadar yaygın bir şekilde gelişmesinin sebebi ise Hıristiyanlığın Avrupa’da yaygınlaşması ve Roma’nın bu dini resmi devlet dini olarak kabul etmesinin ardından, henüz Hıristiyanlığın ulaşamadığı ücra köşelerdeki köylerde ve mekanlarda hala paganizme ve silik de olsa tanrıçalık kültüne bağlı insanların varlığı ve bunun öncülüğünü de kadınların yapıyor olmasıdır. Yani esasta cadıların var olduğu iddiasıyla gerçekleşen kıyım kilisenin, din adı altında farklı inanç sistemlerini yok etme savaşımı olmuştur. Nitekim Hristiyanlıktan önce Museviliğin kitabı Tevrat’ta da ‘Efsuncu kadınları yaşatmayacaksın’[2]emriyle genel inanışlar için bu kadınların öldürülmesi talimatı verilmiştir. Böylelikle binlerce, yüzbinlerce kadın engizisyon mahkemelerinde yargılanmış ve infaz edilmiştir. Erkek kadına bitmek bilmez öfkesi ve kinini en vahşice bir biçimde bu mahkemelerde sergilemiştir.

Katledilmeler kadınlar için bir tek cadılık adıyla değil bir de namus adı altında gerçekleştirilen infazlarla da bu dönemlerde yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Kadının bu dönemlerdeki yeni tanımlarından biri de erkeğin namusu olmasıdır. Tamamıyla cinselliğe büründürülen namus kavramı, kadın bedeni ve varlığı üzerinde erkeğin tasarrufunun teminatı olmuştur adeta. Erkek ‘namusu’ için namusu da dahil olmak üzere herkesi de öldürme hak ve yetkisine sahiptir. Ve namus adı altında yürütülen bu kadın kıyımları toplumun en meşru ve masum cinayetleri olarak zihinlere işlenmiştir. Günümüzde de halen devam eden namus adı altındaki bu kadın katliamları dünyanın hemen her yerinde farklı biçim ve oranlarda yaşanmaktadır. Asya, Avrupa, Afrika, Amerika ve dünyanın her yerinde erkeğin namusu olan kadın, o toplumun kültürel ve sosyal dokusuna göre şiddet, tehdit, işkence ve ölümle dize getirilmeye çalışılmaktadır.

Kapitalist modernite çağında ise kadının statüsü ve konumu tüm bu uygulamaların bileşkesi ve köleliğin en üst seviyesi biçiminde açığa çıkmaktadır. Yaşadığımız bu çağda kadın erkeğin sadece mülkü değil, kapitalist sistemin her açıdan esas sermayesidir de. Liberalizm ideolojisiyle kadın köleliliğin sahte özgürlük anlayışı ve arayışlarıyla en fazla derinleştirildiği ve zirveleştirildiği dönemdir. Kadın artık sadece evinin kadını, erkeğin karısı değil; sistemin karısı olmaya başlamıştır. Kendisini üzerinde kurumlaştırdığı ve sürdürdüğü özellikle milliyetçilik ve dinciliği kadın bedeni ve varlığı üzerinde geliştirmektedir. Bunun da kökenleri binlerce yıl önce bir erkek kurumu olarak açığa çıkan hanedanlık ideolojisine dayanmakta ve esasta milliyetçilik ve dincilik iyi irdelendiğinde hem tarih boyunca hem de günümüz de bunların hanedanlık ideolojisinin bir ürünü olduğu netçe görülebilmektedir. Bilindiği gibi hanedanlık kurumu ve kendisini dayandırdığı ideoloji, erkek soyunun devamı ve kadın varlığı üzerinde hakimiyet kurulmasıyla varlık bulur. Günümüz kapitalist modernitenin bu ayakları da, modernleştirilmiş ve dar bir aile hakimiyetinden çıkartılarak yaygınlaştırılmış bu hanedanlık ideolojisine dayanmaktadır. Bu çağ aynı zamanda erkek üstünlüğü ve erkek aklının bilimsel izahlar ve çarpıtmalarla kendisini daha fazla kurumlaştırdığı bir çağdır. İktidarın bir aracı olarak kullanılan bilimle egemen erkekliğin kadına ve tüm topluma hakimiyetinin bilimi yapılmakta, bu anlamıyla bilim iktidarlaştırılmaktadır. Bu çağın felsefesi de bu bilimsel gelişmelere bağlı olarak oluşmakta ve artık kölelik ve karılık felsefesi özgürlük felsefesi olarak zihinlere yerleştirilmektedir.

Sistem çarkının döndürülmesinde daha fazla iş gücü ve emek potansiyeline, daha fazla niceliğe ihtiyaç duyulması kadınların ev yaşamından belirli oranlarda çıkması ve kapitalist üretime katılmasını da getirmiştir. Kadın artık sadece ücretsiz bir işçi değil, kapitalist üretim içerisinde de düşük ücretli bir işçi, bir işçi doğurma ve yetiştirme makinası, erkek sisteminin belirlediği ve çizdiği sınırlar dahilinde kapitalist yaşamın alanlarına katılma icazeti bulunan bir kimliktir. Tam da bu noktada kadınlarda özne olma, özneleşme hissi yaratılarak en temel bir nesne konumuna getirme durumu yaşanmaktadır. Kadın bedeni, duyguları, fikri, ruhu ve tüm toplumsal değerleriyle metalaştırıldıkça daha fazla bir sermaye gücüne dönüştürülmekte, aynı zamanda sahte bir özgürlük anlayışı ve arayışıyla kendi hakikatinden ve gerçek özgürlük değerlerinden iyice uzaklaştırılmaktadır.  

Kapitalist dönem, kadın tanımının en yoğun ve en çok yapıldığı dönemdir. En çarpıcı ve en çok kâr sağlayan edebiyat, müzik, kültürel çalışmalar, sanat eserleri kadına dair olanlardır. Tanımları ve sıfatları çoğaltıldıkça tanımsızlaşan, sıfatsızlaşan varlıktır kadın. Bu anlamıyla kadın kimliğinin en fazla krizli halini yaşadığı dönemdir de aynı zamanda. Kadınlar erkeğin gönül bahçesini süsleyen ‘çiçektir’, ruhunu ferahlatan güzel bir süs, her tür güdüsünü tatmin ettiği bir nesne, ‘koklamaya kıyamadıkları’ bir misk-i amber… Seks ve kültür endüstrisinin başlıca metası, reklamların ana temasıdır.

Kapitalist modernitenin karşısında yer alan ve inşa çalışmalarını yürüttüğümüz demokratik modernitede ise kadın, varlığın ikilemli halinin esas bütünleyeni, yaşamın kök hücresi ve varlığın anlamlaşmasıdır. Toplumsal hakikat kadının yarattığı değerler ve yaratımlarla oluşmuş, kadın kimliği ve varlığıyla anlam kazanmıştır. Hakikat kendisini bu anlamda kadın aklı, ruhu, duyguları ve yaratıcılığında somutlaştırmaktadır. Kadına dayalı toplum, ahlaki ve politik bir toplum olma özelliğine sahiptir ve demokratik modernitenin ana toplum modeli de ahlaki ve politik toplum esasına dayanır. Ahlaki ve politik toplumun yeniden geliştirilmesi ve yaratılmasında bu nedenle de esas belirleyici rol ve misyon kadına aittir. Aynı zamanda komünal olan ahlaki ve politik toplumun yeniden geliştirilmesi, neolitik toplum özelliklerinin yeniden güncellenmesi anlamını da taşımaktadır. Hakikat arayışının ve hakikate ulaşmanın kadın özgürlüğünden geçtiği bilinci demokratik modernitenin yaşam felsefesinin temelidir ve kadın özgürlüğüne dayalı olmayan hiçbir özgürlük arayışı ve alternatifinin tarihte de bolca örnekleri olduğu gibi gerçek bir toplumsal özgürlüğü ve eşitliği sağlayamayacağı bilinciyle yol alınır. Bu nedenle demokratik modernite ideolojisi demokratik sosyalizme, o da öz olarak kadın eksenli yaşama dayanmaktadır. Karşılıklı bağımlılık ve tamamlayıcılık ilkesi temelinde yaşamın yeniden eşit ve farklılıkların birliği temelinde inşası her iki cinsin de özgür eş yaşam ilkelerinde buluşmalarını da getirecektir.

Demokratik modernitede kadınlar, kendilerine dayatılmış kimlik tanımlamalarından kurtulup alternatif tanımlar yaratma mücadelesinin aynı zamanda kadının gerçek anlamda hakikatleriyle buluşma anlamına geldiğinin bilinciyle hareket ederler. Bu anlamda egemen erkek sisteminin yarattığı tüm tüm imge ve kuralları derinden sorgulayarak kadın bakış açısı, felsefesi ve tanımlamalarıyla yaşamı yeniden anlamlandırır, anlam kazandırırlar. Kadınlar yeniden kendi kimlik arayışı ve tanımlamasına yönelirken, böylelikle devletçi uygarlığa karşı tarihsel direnişteki rollerini geçmişte olduğu gibi günümüzde de en ön saflarda yer alarak, teslimiyetçi ve tecavüzcü kültürü kırarak, erkeğin ağına düşmüş ve teslim olmuş kadınları yeniden özgürlük çizgisine çekme mücadelesi yürüterek tüm topluma öze dönüş çağrısında bulunmaktadırlar. Yaşamın doğrultulması, insanlığın özüne kavuşması, hakikatiyle yüzleşmesi de esasında bu öncülükle gerçekleşecektir. Kadın böylelikle yitirdiği hakikatine yavaş yavaş erişmekte ve kendi anlamını oluşturmaktadır.


[1] Kuran-ı Kerim, 4:34.

[2] Tevrat, Çıkış: 22:18.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

Yazılar

Bizi Takip Edin

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
22,700AboneAbone Ol

Son Makaleler