Bir sinemacı olarak hikâyeleri düşlerken karşılaştığım kolonyalist hafıza izlerini kültürel soykırımın izleriyle örülü bu dünyayı anlamaya ve hatırlatmaya duyduğum sorumlulukla, nereden başlamalı, nereden ele alınmalı, hangi toplumdan ve hangi hegemonik sistemden diye düşünürken geçmiş ve bugünün kültürel soykırım bağlam ve bağlantısı düzlemindeki acılı hakların acılı köprüsü üzerindeki taşlar canlandı gözümde. Bir uçtan bir uca bu yuvarlak dünya üzerinde değişmeyen hikayelerin tablosu dehşet verici. Koca silahların, tankların, F-16’ların ve askeriyenin bitiremediğini anladığı o noktada geliştirilen politikaların sonunu getirdiği halkları düşününce 1770-1778’de soykırıma uğrayan Aborjinlerin bin bir renklerle doğa ile bütünleşmiş yılan mitini hatırladım. Avustralya’da Tazmanya ve Sidney Aborjinleri doğa ile bütün, her duruma ve ritüele yazılmış şarkılarıyla ve şifalı bitkileriyle kültürlerine yakın kabilelerle barışçıl şekilde yaşarken, bilinmeyen bir dil ve ırk, Büyük Britanya, dost olmayan ellerle 1788 yılında topraklarına ayak basar. Bu ayak ve dost olmayan eller tabi ki boş değildi. Avuç avuç hastalık… Olacaklardan bir haber Sidney ve Tazmanya Aborjinleri bünyelerinin ve hafızalarının tanımadığı bilmediği suçiçeği, kızamık ve grip gibi hastalıklarla nüfus kaybı yaşar. Nereden bilsinler ki bu hastalıkları! Bitkiler ve ritüeller bu beyaz ellerin getirdiği hastalıkları iyileştiremedi. Geri kalan kabileler arasına anlaşmazlıklar sokarak birbirlerini katletmelerine de “seyirci” kaldılar. Bir kültürü yok etmenin ilk basamağını kurmuştular. Bu da sömürgecilere yetmemişti geri kalanını çöle doğru sürüklediler. Tüm doğal varlıklar çalındı, dinleri değiştirildi ve tecavüze uğradılar. Mağaralara resmettikleri sanat kanlı bir tarihe dönüştü. Şarkıları yasaklanarak dinsel inançları gizil gruplar arasında sır olarak kaldı. Az bir nüfusla kendilerini var etmeye çalışan Aborjinlere; 1928’de Avrupalılar tarafından Conistan katliamı (Tazmanya soykırımı) gerçekleşti. Tabi tarih buna “son katliam” dedi. Sonrası küçük gruplar halinde kamplarda yaşamaya mecbur kaldılar. 1910 ve 1970 yılları arası uygulanan kültürel soykırım politikalarıyla yerli çocuklar zorla ailelerinden alındı, asimile edildi; ayrı bir ırk olan Aborjinler yok edilmek istendi! Geri kalan genç nesil alkol ve uyuşturucu meydanlarında kayboldu. Kadınlar zorla fuhuşa sürüklendi. Tarihin geçmiş ve bugünü arasındaki köprü tanıdık geldi değil mi! Halklar arasındaki köprünün acılı taşları işte böyle döşendi. Zaman ve mekân soykırımların politikasını daha da ağırlaştırdı. Kolonyalist iktidar günün tüm modern tekniğini sadece araçları değiştirerek katletmeye devam etti. Kadim Aborjin halkını anlatmanın kolaylığı kendi hikayemizde susuyor. Kadim halkımın uğradığı zulüm, klavyedeki kelimeler ve parmaklarımın arasında susmak istiyor gibi. Zor geliyor yakılmış köylerin hikayesini anlatmak, zor geliyor yakılan kasetlerin melodisini anlatmak.
1800’lere dönüp baktığımızda benzer hikâye kıyafet ve dil değiştirerek Kürdistan’ın dört parçasını sarmaladı. Üstelik bin bir suratla. Sayfaların ve kelimelerin anlatmaya yetemediği zulüm. Kürdistan’da yüzyıllardan beri yürütülen bu savaş politikası başarısızlığa mahkûm olunca iktidar yüzünü Avrupa’nın kültürel soykırım politikalarına çevirdi. Yabancısı da değildi zaten. Bir yorganı işler gibi ince ince planlandı. Silahlarıyla bitiremediği Kürt toplumunun toprağını, suyunu, doğasını, kültürünü, dilini ve hafızasını çalmaya çalıştı. Çaldığı şeyi unutturmak daha kolaydı. Unutturmak. Evet unutturmak. Ee binlerce yıllık bir hafızayı yok etmek, hafıza taşıyıcısını yok etmek öyle kolay olmasa gerek. Bu yüzdendir ki 50 yıldır en ağır savaşı yürütüyor. İktidar tabi ki tek başına bu savaşı yürütmedi. Kürt halkının karşısına dostlarıyla kol kola yürüdü. Bu savaşı bir değil, onlarca hegemonik eril iktidarla yürüttü ve halen yürütüyor. Bu toplumun hafıza taşıyıcısı olan doğa ve kadınından başladılar. Doğanın taşını toprağını talan ettiler. İktidar tecavüzü meşhur hale getirerek kadına, çocuğa el attı. Tabi elini uzatmaya çalışmadığı tek bir nokta kalmadı. Büyük GAP projeleri ile barajlar yapıldı. Köyler boşaltıldı ve şehre göç eden köylünün hafızası sulara gömüldü! Boşaltamadığı köyü hayvanıyla, ağacıyla ve insanıyla yaktı. Kürt köylerinin yeşili ve neşesi üstünde kara dumanlar dışında bir şey görünmez oldu. Kültürel hafızasını, yanmış toprağı dışında emanet edecek tek canlı bırakmadılar. Sağlık ve eğitimden mahrum edilen köylü bir de yurtsuz ve kimliksiz bırakılmak istendi. Dillerinin yasaklanması yetmemiş gibi bir de isimleri değişti. Beritanlar Ayşe Fatma oldu, Bagerler Cengiz Mustafa oldular. Okul sıralarında iki kelime Kürtçe’nin cezası kötek oldu. Sözüm ona eğitimi önemsenen çocuklar YİBO (yatılı bölge okulu) okullarında, her türlü istismara, tecavüz ve tacize uğradılar. Yabancı bir dille yaşamaya zorlandılar. Şehre taşınan toplum bu yeni yaşamın bilgilerini toplamaya çalışırken alt beynine hafızasını ve dilini itmek zorunda kaldı. Her doğan yeni nesil bu zorlayıcı göçün içinde yüzde yirmilik ana dil kaybı ile yetişti. Özel savaş politikalarıyla bu her yeni nesilde arttıkça arttı. Takas ve hediye ekonomisinin hafızasını taşıyan kadın iki kuruşun hesabını yapmaya mecbur bırakıldı. Yasaklar ve şiddet içerisinde komünal toplum hafızasını ancak stranlarda gizleyebildiler. Bu stranlar yerin yedi kat dibinde yıllarca bekledi. Kendi kültürel kodu ile var olma güdüsünden koparılmaya çalışıldı. Bahçelerde kurutulan meyve sebze daracık balkonları süsler oldu. İktidar kültürel hafızayı hikayelerde taşıyan kadın değerini ve duygusunu yok etmek için en ağır politikasını devreye soktu. Asimilasyon ve değersizleştirme politikası ile dilindeki tarihi kodu, rengi ve kokusunun yok etmeye çalışırken kendinden utandıracak hale getirdi. Kökünden koparılmış ağacı kurutmak ve kesmek daha kolaydı. Kökünden koparılan toplumu bir de ajanlaştırarak para ile satın almaya çalıştı. Koruculaşan toplumun az kesimi, silahını ilk yan komşusuna doğrulttu. Kürdü Kürdün karşısında onursuzlaştırmaya çalıştılar. Bu şekilde manipüle edilen ve zihni ele geçirilmeye çalışılan toplum yavaş yavaş yaratılan anlamsız kompleksin içine sokuldu! Kendi dilinde sorgulamayan zihin yabancılaşmanın sancısı ile şehir hayatında ve kültürel soykırım politikalarının birer mağduru oldu. Fakat yeni mücadele biçimleri tekrar tekrar toparlasa da kültürel soykırım politikası kendini formüle ederek 4 parça Kürdistan’ın demografyasını bir de aşılarla parçalamaya çalıştı. Zorunlu göçe sürüklenen Kürt halkının kadınları doğurmasın diye, sözde sağlıklı olunması için yapılan aşılarla kısırlaştırıldı. Doğan çocuklara da kızamık aşısı diye hastalık aşılandı. 1990 yıllarında bu aşılar yüzlerce çocuğun sakatlığına sebebiyet verdi. Alışılmadık bu yeni düzen toplumun dokusunu altüst etti. Kültürel kodları, bu sefer binaların ve şehirlerin altında kaldı. Kadınlar evlere mahkûm edildi, güven alanları çalındı, zihinleri manipüle edildi. YİBO’lar yetmezmiş gibi 2013 yılında “daha iyi bir eğitim” adı altında getirilen 4+4+4 eğitim sistemi ile çocukların daha bebek denilecek yaşlarına da el atılmış oldu. Pedagogların bas bas bağırması, eylemler ve protestolar bu planı maalesef bozamadı. Kalem tutamayacak küçük çocuklarımız yetersiz el kaslarıyla asimilasyon sıralarında zorla yalan bir tarih ve yabancı bir dile maruz kaldılar. İmam Hatip okullarını hızlıca açıp çoğalttılar. Farklı kültürlere sahip olan bu çocuklar tek din, tek dil ve tek bayrak ideolojilerinin çatısı altında zorla tutuldular.
2025 yıllarına, yani bugüne döndüğümüzde, Türkiye’nin özel savaş politikaları sosyal medyada yaratılan yapay estetik ölçüleriyle Kürt kadınının rızasını inşa ederek, onu özünden en tehlikeli şekilde koparmaya çalışıyor. Tıpkı 1990’lı yıllarda olduğu gibi, devlet askerini, polisini Kürt kadınını düşürmek için yolladı. Bugün Kürdistan’a, marjinal erkek tiplemeleri yaratarak görev için yetiştirilip genç kadınlarımız için gönderiliyorlar. Medya ve reklamla gittikçe kendine yabancılaşan toplumun genç kadını ve erkeği, devlet eliyle uyuşturucu pazarının bir parçası haline getirildi. Bu politikalar, gençlerin ruhunda derin yaralar açıyor; aidiyet hissi paramparça olurken, kimliksizlik ve yozlaşma bataklığında kayboluyorlar. Özünden koparılmış bir gençlik ne kendi tarihini ne de acısını tanıyabiliyor; bu, devletin soykırım politikasının en sinsi psikolojik tahribatı.
Özellikle son 10 yılda, kapitalizmin fenomenlerini kullanarak gençlerin sözde “özgür alanını” yaratan Türkiye, ince bir planla onları tarihsel gerçekliğinden uzaklaştırıyor. Uyuşturucuyla beyni yıkanan gençlik, yozlaşmış duygular içinde olup bitenden bihaber, yapay bir sistemin içinde yok oluyor. Bu özel savaş politikası, Kürdün sanatına, halayına, tiyatrosuna, sokağına, adına, kedisi-köpeğine, çiçeğine, kadınına, gencine ve hafızayı temsil edebilecek her şeye yönelik her türlü yok edici argümanı kullanıyor. Absürt yasaklarla Kürt toplumunun ritüellerine el atan devlet, halkın seçtiği temsilcileri tutsak ederken, gasp edilmiş belediyeleri soykırım politikasının bir parçası haline getirdi. İlk icraatı kadın kurumlarını kapatmak oldu. Kadınların kendi kültürlerinde örgütlenmesini engellemek için her zulmü kendine meşru kıldı. Bu baskılar, Kürt kadınında yalnızlık ve çaresizlik hissi uyandırarak, mücadele ruhunu kırmayı hedefliyor.
Sanatın değiştirici gücünü bilen sömürgeci Türkiye, anadilinde sanat yapan kurumlara yönelerek toplumun hikayesini en ilkel şekilde yok etmeye çalışıyor. Modern zamanın hem en kapital hem de en ilkel savaşını yürütmekten zerre çekinmiyor. Geleneksel kutlamaların yerine kendi yapay tarihini yerleştirmeye çalışıyor. Hamsi olmayan Nusaybin’e hamsi festivali düzenliyor. Binlerce yıldır ayakta olan surlarımızda ölü canlarımız müze diye sergilendi. Geleneksel kıyafetlerimiz ve halaylarımız kriminalize edilerek yasaklandı. Unutturma politikası gece gündüz çalışıyor. Bu politikalar, toplumsal hafızayı silerek Kürtleri bir boşlukta bırakmayı amaçlıyor; psikolojik olarak tükenmiş, kendi değerlerine yabancı bir toplum yaratılıyor.
Fakat bir gerçek var: Binlerce yıldır nöronlarımız, amigdalamız, her yeni nesilde bir refleksle, bir sesle, bir dokuyla bu aktarımı yaptı. Vücudumuzun hafızasında bunlar işlenirken, toplumsal hafızamız tamamen geride kalabilir mi? Dengbêjlerin dilinde saklı tarihimiz yok olabilir mi? Olur. Eğer öze dönüş olmazsa, Türkiye’nin yüzyılın soykırım planı gerçekleşir. Unutmamak gerek, bir dili konuşmazsan, o dilden düşünemez ve yaşayamazsın. Evet, bu zorlu savaş bizleri kısmen kapitalist modernitenin kucağına itti. Var olmanın sancısının dermanı, köklerine ulaşmak, yüzünü mücadele ve toprağına dönmektir. Kürdistan’da kültürel soykırımın her saniye işlendiği gerçeğini hafızamızın en temel bilgisi olarak bilirsek, çıkış yolunun Demokratik Konfederalizm ve sosyalist bir toplum inşa etme mücadelesinde olduğu realitesine koşar adımlarla gideriz. E işte tam da bu noktada, yeniden dirilişin güzergâhı kendini açık eder. Bu halkın kurtuluşu ne tek bir kimlik içinde erimekte, ne de modernitenin bireyci tüketim çukuruna düşmekte saklıdır. Diriliş; toplumsal belleğe, doğaya, kadınla örülü yaşama, eşitliğe ve birlikte karar alma iradesine dönmekle mümkündür.
Kültürel soykırımı yenmenin yolu ise; Demokratik Konfederalizm’in sunduğu yerelden örgütlü, halk meclislerine dayalı özgür yaşam modelinden geçer. Çünkü bu model, yalnızca devletin dışına çıkmak değil; aynı zamanda patriarkal sistemin, kapitalizmin ve tekçiliğin dayattığı tüm “kimliksizleştirme” biçimlerine karşı gerçek bir cevaptır.
Bu nedenle, yeni yaşam arayışımız sosyalist çizgide, halkların öz örgütlülüğünü esas alan, doğa ile barışık, kadın öncülüğünde şekillenen bir zemine yaslanmalıdır. Bu çizgide yüzümü döndüğüm sanat yalnızca ifade biçimi değil, hafızanın kendisidir. Aynı zamanda benim eylem alanımdır.
Direnmek de yalnızca geçmişe yaslanmak değil, geleceği birlikte örmektir. Sosyalist toplum, sadece Kürt halkı için değil, bu topraklarda ezilen, yok sayılan tüm halkların varlığını korumanın, eşitlik ve özgürlük içinde bir arada yaşamanın teminatıdır. Bu ihtiyaç, kapitalizmin yozlaştırıcı zincirlerini kırmak, her halkın dilini, kültürünü, tarihini özgürce yaşatabileceği bir dünya kurmak için elzemdir. Sosyalizm, halkların ortak mücadeleyle kendi özlerini yeniden inşa edeceği, dayanışmanın ve adaletin hâkim olduğu bir yaşamın kapısını aralar. Bu, Kürt halkının halayındaki coşkunun, dengbêjlerin sesindeki direncin, kadınların mücadelesindeki ateşin tüm halklarla birleşip çoğalacağı bir ufuktur.
Bu politikaların kültürümüze ve kültürlere ait her şeyi kriminalize etme halini reddederek yeniden dirilmek gerek. Özgür, eşit ve kendi özünü yaşayan bir toplum için, şimdi, bir dakika beklemeden halay başlarına koşmak gerek…