Kürt direnişinin Kürt kadınlarını hem Kürt toplumunda hem de Türkiye siyasetinde önemli ölçüde güçlendirdiği inkar edilemez bir olgudur. Kadınların direnişi ve kadın özgürlük felsefesi hakkında bu dergide çok şey yazıldı. Bu yazı, tarihsel ve genel bir çerçeveden bakılınca Kürt direnişinin kadınlara kazandırdıklarına dair birkaç noktayı vurgulamayı hedeflemektedir. Bu yazıda direnişin getirdiği büyük bir değişim sürecinin bazı kritik noktalarının altını çizmek istiyorum. Buradaki amacım hepimiz için bilinir halde olan siyasi ve toplumsal bir dönüşüme biraz daha genel bir çerçeveden bakmak ve bu sayede ne kadar uzun bir yolun ne kadar kısa bir sürede kat edildiğinin altını bir kez daha çizmektir.
Bu tartışma için öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak kuruluş sürecinde ve takip eden yıllarda Kemalist elitin Kürt kadınlarına yaklaşımına değineceğim. Daha sonra analizim 1990’lara odaklanacak ve dehşet düzeylere varan bir devlet şiddetinin gölgesinde Kürt kadınlarının nasıl öncü aktörler olarak öne çıktıklarına değineceğim. Kadınların 1990’lardaki Kürt ayaklanmasının başarısı için kritik bir öneme sahip olduğunu vurgulayacağım. Bugünkü Kürt hareketinin oluşum süreci olan 1990’ların Kürt kadınlarının siyasi aktörler olarak inşası ve Kürt kadınlarının hem siyasi alanda hem de genel olarak Kürt toplumunda güçlenmesiyle sonuçlandığının altını çizeceğim. Son olarak da Rojava direnişinde dünya kamuoyunda da daha görünür hale gelen Kürt kadınlarının direnişteki rolünün Kürt toplumunda kadınların konumunu çarpıcı bir şekilde değiştiğini iddia edeceğim.
Erken Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Cumhuriyeti’nin modern bir ulus-devlet olarak kuruluşu Kürtler ile devlet eliti arasındaki ilişkiyi yeniden çerçevelendirdi. Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında, Ermeni soykırımından sadece sekiz yıl sonra kuruldu. Bu yıllarda Kürtler kültürel ve dilsel olarak Türk olmayan en büyük grup olarak ortaya çıkmıştı çünkü Ermeni soykırımını Rumların mübadelesi takip etmişti. Yeni kurulan ulus-devlet Türklük üzerine inşa edilirken, Kürtler birçok isyan düzenleyerek bu duruma karşı çıktılar. Bu isyanların bazıları o kadar başarılıydı ki yeni kurulan ulus-devletin hem nüfus hem de toprak üzerindeki kontrolünü tehlikeye attı. Nihayetinde bu isyanlar devasa bir şiddet kullanarak bastırıldı.
İsyanların kitlesel devlet şiddetiyle bastırılma biçimi Türkiye Cumhuriyeti’nin etnisist ve militarist bir devlet olarak oluşumunu şekillendirdi. Bu noktada Şeyh Said isyanının bastırılmasından sonra 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan Şark Islahat Planı özellikle önemli oldu. Bu plan bir yandan Fırat Nehri’nin doğusundaki illeri süresiz sıkıyönetim ile yönetilecek olan özel bir idari bölüm altında birleştirmeyi, diğer yandan da tehlikeli görülen bölgelerde yaşayan Kürtlerin yerinden edilmesini ve yerlerine başkalarının yerleştirilmesini içeriyordu. Ayrıca Türkçe olmayan dillerin kullanımını ve Kürtlerin ikinci düzey görevlerde istihdam edilmelerini yasaklamayı öneriyordu. Şark Islahat Planı ve sonrasında çıkarılan Iskan Kanunu takip eden yıllardaki politikaları da şekillendirdi ve hükûmetler Kürdistan bölgesine güvenlik kaygılarıyla yaklaştılar. Böylece uzun yıllar boyunca Kürdistan ağır bir askeri güçle desteklenen olağanüstü hal yasalarıyla yönetildi. Yine güvenlik kaygıları nedeniyle Kürdistan bölgesinde sistematik bir yoksullaştırılma yaşandı. Aynı zamanda Kürtlerin ayrı bir etnisite olarak varlığı inkar edildi ve bu inkar nedeniyle Kürtçe yasaklandı, şehir ve kasaba isimleri değiştirildi. Nihayetinde Kürtlerin tüm varlık alanları Türkleştirme siyasetiyle çerçevelenmiş oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nde Kadının Konumu
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde kadının konumu oldukça ilginç özellikler gösterdi. Kemalistler için kadının toplumsal statüsünün iyileştirilmesi, “muasır medeniyetler seviyesi” olarak adlandırdıkları seviyeye ulaşma yolunda bir araç olarak görülmüştü. Bu nedenle, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’de kadınların sosyal ve siyasi statülerine ilişkin reformlar önemli bir yer tutmuştur. Örneğin, 1924 gibi erken bir tarihte ilköğretim hem kız hem de erkek çocukları için zorunlu hale getirilmişti. 1930 yılında kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı ve bu haklar 1934 yılında genel seçimleri de içerecek şekilde genişletildi.
Kadının toplumsal statüsünü iyileştirmeyi hedefleyen Kemalist reformlar boş bir zemine havadan inen haklar ve lütuflar değildi. Cumhuriyet’in kuruluşundan önceki donemde farklı halklardan oluşan kadınların bir mücadele deneyimi vardı. Örneğin, Çakır’ın da dikkat çektiği üzere kadınların haklarını korumak için Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisyan Cemiyeti kurulmuştu ve oldukça etkindi.[1] Cumhuriyet’in ilk yıllarında da Kadınlar Halk Fırkası adıyla bir parti kuruldu. Kadınlar Halk Fırkasının apar topar kapatılması Kemalist rejimin bağımsız bir kadın örgütlenmesinden ne kadar çekindiğini göstermişti.
Bu noktada, Cumhuriyetin ataerkil niteliğine odaklanmamız gerekiyor. Bazı araştırmacıların da altını çizdiği üzere son derece militarist bir devlet oluşumu olarak Türk devletinin modernleşmede kullandığı siyasi ve askeri araçlar özünde cinsiyetçiydi. Örneğin Zehra Arat, Kemalist reformların hedefinin kadınları özgürleştirmek, kadın bilincini ve kadın kimliğini geliştirmek değil, onları eğitim ve becerilerle donatarak daha iyi eşler ve anneler yaratmak ve bu yolla da Cumhuriyet ataerkisine katkı sunmalarını sağlamak olduğunu belirtir.[2] Başka bir deyişle söylersek, Türk devleti kadının konumunu yükselten önemli reformlara rağmen maço kalmaya devam etti.
Belki daha da önemlisi, Kemalist reformlar uygulamada kentli ve elit kadınlarla sınırlı kaldı. Kırsal kesime yayılması uzun yıllar aldı. Kırsal kesimden pek çok kadınla birlikte Kürt kadınları da Kemalist reformların meyvelerinden yararlanamadı. Ayrıca, resmi dil politikaları ve Kürtçe yasağı Kürt kadınlarını Türkçe konuşamadıkları için diğer kadınlara göre daha fazla etkiledi.
Öte yandan, Kemalist elitin bakış açısıyla Kürt kadınları “Doğulu kadınlar” olarak kavramsallaştırıldı. Kürt kadınlarının kötü yaşam koşulları “Doğu’nun geri kalmışlığına”, “Doğu’nun çağdışı kültürüne” ve “cehalete” atfedildi. Ayrıca, Kürt kadınları arasındaki dilsel, dinsel, sınıfsal ve eğitim düzeyi farklılıkları görünmez kılındı. Kürt kadınları “Doğulu kadınlar” olarak homojen bir mağduriyet kategorisine indirgendi. Bu kadınlar, “töre kurbanı”, “namus cinayeti kurbanı”, “Doğulu erkek kurbanı,” “medeniyetsizlik ya da eğitimsizlik kurbanı” gibi kategorilere indirgendiler. Kürt kadınlarının sorunlarına, Kürt topluluklarının sınıfsal sorunlarına benzer şekilde bir “kalkınma” eksikliği sorunu olarak yaklaşıldı ve etnik kökenlerinden kaynaklanan dezavantajlı konumları ve bunun yarattığı ayrımcılık ve eşitsizlikler inkar edildi.
Böyle bir bakış acısına sahip olan Kemalist elit, sömürgeci bağlamlarda yerli halkların zorla okula gönderilmesine benzer bir şekilde Kürt kız çocuklarını eğitime zorlamakta tereddüt etmedi. Cumhuriyet’in idealist bir öğretmeni olan Sıdıka Avar’ın anlattıkları bu konuda oldukça çarpıcı veriler sağlamaktadır. Dağ Çiçeklerim adlı kitabında defalara belirttiği üzere Avar’ın hedefi, Elâzığ Kız Enstitüsüne aldığı kızlar vasıtasıyla bölge insanini ‘medenileştirmek” ve bölgede Türkçeyi egemen hale getirmekti. Bunun için Avar daha önce jandarma tarafından yapılan şeyi yaptı ve gerektiğinde katır sırtında gezerek harekât bölgesi dahilindeki Tunceli ve Bingöl’e bağlı okulsuz köylerden Enstitüde öğrencisi yapacağı kızları topladı. Okuldaki kontenjanın hangi köylerdeki kızlarla doldurulacağı valiler, kaymakamlar ve milli eğitim müdürleriyle birlikte tespit edilmekteydi.[3] Avar’ın gezip gördüğü köylerle ilgili “Kir, kir, kir içindeler. Yaşamları ilk çağ insanları gibi!”[4] türünden betimlemeleri Kemalist oryantalizmin iyi birer örneğini sergiler. Bu kızlar, okula getirildikten sonra yıkanıp temizlenmekte ve yeni giysileriyle birlikte ev işleri ve Türkçe derslerinin ağırlıkta olduğu bir eğitime tabi tutulmaktaydılar. Zeynep Türkyılmaz bunun Aborjin ve Kuzey Amerika’nın yerli halklarının çocuklarına yönelik okullarda görülen biçimde bir kolonyalist yöntem olduğunun altını çizmektedir. Türkyılmaz’ın sözleriyle bu kızlar, “temizlik bahanesiyle uygulanan tecrit, kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirme muamelesiyle karşılanıyordu.”[5] Nitekim bu asimilasyoncu çabaları sonucunda Avar’a, dönemin gazeteleri tarafından “bir numaralı Türk akıncısı,” “Türk misyoneri” gibi unvanlar verildi.
İsyanların bastırılmasından sonraki yıllarda Kürtler sert baskılar altında yaşadılar ve yeni bir direniş örgütleme konusunda sessiz kaldılar. Ancak Kemalistler de Kürtleri asimile etme hedeflerine ulaşamadılar. Türkiye, köklü kültürel varlıkları ve homojen demografiye sahip büyük yerli nüfusları nedeniyle Kürtleri sindiremedi. Bu sert ama durağan durumda bir değişim yaşanması 1960’lı yıllarda geniş yankı bulan Doğu Mitingleri ile başladı. 1970’ler ise sosyalist Kürt örgütlerinin doğuşuna tanık olduk. Bu örgütler Kürdistan’ı sömürgeleştirilmiş bir ülke olarak tanımladı ve Kürt özgürlük mücadelesini dünya çapındaki sömürgecilik karşıtı mücadelelerin bir parçası olarak konumlandırdı. 1970’lerin sonunda Marksist örgütlerin öncülük ettiği Kürt hareketi kapsamlı bir kitle hareketine dönüşmeye hazırdı. Ancak bu süreç 12 Eylül 1980’de gerçekleşen askeri darbe ile kesintiye uğradı.
1990’lara gelindiğinde hem Kürt direnişi hem de bunu bastırmak için uygulanan devlet şiddeti büyük bir ivme kazandı. Gerilla güçleri on binlere ulaşırken, Kürt kentlerinde yapılan kitlesel gösterilerin yaygınlığı ve radikalliği Kürt halkı tarafından direnişe verilen desteğin büyüklüğünü ortaya koydu. Yine aynı donemde, 1990 yılında kurulan Halkın Emek Partisi (HEP) ile başlayarak, Kürtlerin siyasi talepleri Türkiye parlamentosunda da yer edinmeye başladı. Türkiye’deki çatışmalara barışçıl bir çözüm önermesine ve giderek artan bir seçmen desteğine sahip olmasına rağmen, HEP ve onu takip eden tüm Kürt kimlikli partiler kriminalize edildi, yasal olarak yasaklandı veya parti üyeleri ve destekçilerine yönelik ağır baskılar nedeniyle işlevsiz hale getirildi.
Bu direnişi bastırmak için “düşük yoğunluklu savaş” adı verilen bir politikalar bütünü izlendi. Bu, Kürt hareketinin hem silahlı hem de silahsız kesimlerine karşı topyekûn bir savaş anlamına geliyordu. Olağanüstü Hal (OHAL) rejimi uygulandı, ordu “gayri nizami harp” ilkeleri doğrultusunda yeniden yapılandırıldı ve devlet iktidarının yerel düzeyde konsolidasyonu için köy koruculuğu sistemi Kürt toplumu arasına yerleştirildi. JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi) ve Hizbullah gibi bazı hukuk dışı aktörler de bir korku atmosferi yaratmak ve Kürt hareketine verilen halk desteğini sindirmek için kullanıldı. Bu kaybedilmelerin dehşeti 2011 yılında Türk Tabipler Birliği’nin girişimleri sayesinde ortaya çıkarılan toplu mezarlarla bir kez daha kamuoyu önüne serildi. 114 toplu mezarda 1.469 kişi bulunmuştu. Bunu takiben mezarların ortaya çıkarılması durduruldu.
1990’larda izlenen bu politikalar sonucunda milyonlarca Kürt evlerini kaybetti ve Türkiye’deki neredeyse her Kürt savaşta bir yakınını kaybetti. Kaybedilen hayatların yanı sıra binlerce kişi hapsedildi ve milyonlarca kişi zorla yerinden edildi. Bu dehşete rağmen Kürtler direnişlerini güçlendirerek Türkiye ve Orta Doğu’da önemli bir siyasi dinamik haline geldiler. Ortak özlemleri ve hassasiyetleri olan yeni bir siyasi topluluk biçimi ürettiler.
Dolayısıyla 1990’lar, bir yandan Kürtler için kimlik ve aidiyetin yeniden kazanıldığı bir dönemken diğer yandan da büyük kayıpların yaşandığı, Kürt toplumsal yapısının alt üst edildiği bir süreç olarak tarihte yerini aldı. Ve Kürt kadınları bu sürecin önde gelen taşıyıcılarından biri oldu. Kürt kadınlarının, kitlesel eylemlere katılımı o kadar yüksekti ki devlet yetkilileri büyük bir şaşkınlık ve panik yaşamışlardı. Örneğin 1992 Newroz’unda dönemin OHAL Bölge Valisi Ünal Erkan şu sözleri söyleyerek geleneksel ataerkil sağduyuya seslenmeye çalışmıştı: “Analarımızın, bacılarımızın, çocuklarımızın arkasına saklanarak birtakım yasa dışı gösteriler yapılıyor. Bizim geleneklerimizde analarımızın, bacılarımızın yeri evleridir.” Elbette ki bu çabalar fayda etmedi ver Kürt kadınları sonraki yıllarda da kitlesel gösterilerin ana aktörleri olmaya devam etti.
Leyla Zana 1991 yılında Halkın Emek Partisi’nin (HEP) milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçildiğinde TBMM’deki kadın oranı sadece yüzde 4’tü. “Doğulu kadın” olarak kurban pozisyonunda görmeye alıştıkları Kürt kadınları kitlesel eylemler yetmiyormuş gibi şimdi bir de Kürtlerin siyasi taleplerini, Kürtçeyi ve Kürt renklerini en yüksek siyasi temsiliyet kurumuna taşımışlardı. Bu durum Türkiye’de büyük bir skandal yarattı çünkü bırakın meclisi kamusal alanda bile Kürtçe konuşmak hâlâ yasaktı. 1994 yılında, partisi yasaklandığında dokunulmazlığını kaybetmesinin hemen ardından, Leyla Zana tutuklandı ve diğer dört Kürt milletvekili ile birlikte vatana ihanet etmekle suçlandı.
Bugüne geldiğimizde kadın temsiliyetinin meclisteki oranına bakarsak son secimde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olan CHP’nin seçilebilecek yerlerden gösterdiği kadın aday oranı %17 iken Kürtlerin desteklediği Yeşiller Sol Parti’nin aday oranı %45’i buldu. Diğer partiler CHP’nin de altında kaldılar.
Kürt kadınları 2000’li yıllar boyunca da parlamento içindeki ve dışındaki, yasal olan veya olmayan tüm siyasi alanlarda aktif rol sergilediler. Bugün “geri kalmış” ve “cahil” bir toplumun kurbanı olan “Doğulu kadın” imgesi tepetaklak olmuş durumdadır. Bu açıdan bakıldığında Kürt kadınlarının deneyimi sadece Kemalist söyleme değil Avrupa tipi sömürgeciliğin “geleneklerin kurbanı olan” kadın imgesine de büyük bir darbe vurmuştur. Bugün Kürt kadınlarının tüm dünyadaki kadın hareketlerine ilham vermesinin bir nedeni de budur.
Rojava Direnisi ve Jin Jiyan Azadî
Son olarak, bugün varılan noktanın altını çizmek açısından Rojava direnişinden bahsetmek istiyorum. Rojava direnişi yaklaşık kırk yılı bulan büyük kadın ayaklanmasını taçlandırdı. Hem bu deneyimin bir meyvesiydi hem de onu tüm dünya çapında görünür kıldı. Rojava direnişi ayrıca bunların da ötesine geçerek yaşamın ölüme karşı en büyük zaferlerinden birini dünyaya kazandırdı. IŞİD’in temsil ettiği “ölüm” kadınların önderliğinde yenilgiye uğratıldı. Kadınlar bunu Jin, Jiyan, Azadî sloganıyla kutladılar ve sadece savaşan özneler değil, ölümü yenerek yaşamı üreten özneler olduklarını ilan ettiler. Rojava direnişi kadınları siyasi özneler olarak tanımlamanın ötesine geçen ve kadınları siyasetin merkezine alan bir ütopyanın hayat bulmasıydı.
Kürt kadınları bugün dünyadaki tüm kadınlara ve özgürlükçü hareketlere ilham veriyor. Kürt kadınlarının bu kadar etkileyici olmalarının cesaretleri ve direnişçilikleri kadar yüzlerce yıl hakim olmuş sömürgeci söylemleri alt üst edişleriyle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir mücadelenin sahici aktörleri olarak Kürt kadınları, tüm devrimcilere yeni siyaset kavrayışları ve yeni siyaset biçimleri öneriyorlar. Yeni bir yaşam yaratma ihtimalinin ve bu yaşamdaki kadınların kurucu rolünün altını çiziyorlar.
[1] Serpil Çakı, “Kadın Tarihinden İki İsim: Ulviye Mevlan ve Nezihe Muhittin.” Toplumsal Tarih 46 (1997): 6-14.
[2] Zehra F Arat,, ed. Deconstructing Images of “the Turkish woman”, London and NY: Macmillan, 1998, 51.
[3] Sıdıka Avar, Dağ Çiçeklerim:(Anılar), Öğretmen Dünyası Yayınları, 1999, 400.
[4] A.g.e., s.155.
[5] Zeynep Türkyılmaz, “Dersim’den Tunceli’ye Bir Kolonizasyon Projesi Sıdıka Avar ve Dağ Çiçeklerim.” Kürt Tarihi 21 (2015), 34.